22 Temmuz 2009 Çarşamba
GÖREVİNİ UNUTMA!
20 Temmuz 2009 Pazartesi
16 Temmuz 2009 Perşembe
10 Temmuz 2009 Cuma
DİL DEVRİMİ HAKKINDA KISA BİR YAZI
Dil devrimi, Türk Devrimi'nin temel prensiplerine de uygun olarak dilde millileştirme ve bu akıma güç kazandırma devrimidir. Atatürk, Türk Dili Tetkik Cemiyetini kurduğu 1932 yılında TBMM'ni açış konuşmasında; "Milli kültürün her çığırda açılarak yükselmesini Türk Cumhuriyeti'nin temel dileği olarak temin edeceğiz. Türk dilinin, kendi benliğine, aslındaki güzellik ve zenginliğine kavuşması için, bütün devlet teşkilatımızın, dikkatli, alakalı olmasını isteriz", sözü ile, dildeki gelişme ve sadeleşmeyi sadece toplumda bir akım olarak değil, yasama ve yürütme organına da, düşen bir görev olarak göstermiştir.
Atatürk'ün 1932 yılında başlattığı dil devrimi çalışmalarına, milli kültür politikasının gerekli kıldığı bir anlayışla eğilmiştir. Türkiye Cumhuriyeti'nin devlet felsefesinin temelinde, Türk toplumunu çağdaş medeniyet seviyesinin ön safına çıkarma amacı yer aldığına göre, dilimizin de uzun vadede böyle bir medeniyet seviyesinin gerekli kıldığı bütün kelime, kavram ve terimleri karşılayabilecek bir kültür dili durumuna getirilmesi gerekiyordu. Atatürk'ün çabaları ile, Türkçe'nin bütün sorunları bir bütün olarak düşünülmüş, sistemli bir şekilde başarılı çözümlere ulaştırılmaya çalışılmıştır.
ATATÜRK' ÜN SAMSUN' A ÇIKIŞI VE VAHDETTİN
1908 İkinci Meşrutiyet Anayasası' na göre Padişah hem Devlet Başkanı, hem başkumandandı. Bu yetkiler Birinci Meşrutiyet' in ilanına imkan veren ve üzerinde hiçbir değişiklik yapılmamış olan 1876 Anayasasının hükmüydü. Şimdi bu şartlarda Mustafa Kemal' in Ordu Müfettişi olarak Samsuna gönderilmesinin Saltanat Makamındaki Sultan Vahdettin buyruğu ile mümkün olabileceği gerçeği kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Bu arada Padişahın Mustafa Kemal' e olan güveninin gerçek nedeni yalnızca Hakanlar tarafından özel kişilere verilen YÜCE HAKANIN ONURSAL DANIŞMANLIĞI gibi bir ünvan, kendisine bizzat Padişah tarafından verilmiş olmasıdır.
Çünkü Vahdettin, Mustafa Kemal' i çok yakından tanıyordu. Özellikle 15 Aralık 1917' de başlayan ve 4 Ocak 1918' e kadar 20 gün sürmüş olan Almanya yolculuğunda, Çanakkale Savaşlarıyla vatanı kurtaran asken olma tanıtımı yanında, onunla yaptığı uzun sohbetlerde kişisel değerini, memleket meseleleri üzerindeki düşüncelerini hiçbir engel tanımadan apaçık ortaya koyması, Alman Genelkurmay Karargahında ünlü Mareşal Hindenburg ve Kurmay Başkanı Ludendorff' a sorduğu sorular ve eleştirileri herkesten büyük taktir toplamıştı.
Mustafa Kemal ilk günden karşısında olduğu Irak-Filistin cephelerinde karşı taarruzun ordunun elde kalmış son gücünü de, Alman Kumandan Falkenhayn' ın yanlış stratejisine feda edilmemesini, aksi taktirde başında olduğu 7. Ordu Kumandanlığından istifa edeceğini Harbiye Nazırı Enver Paşaya bildiren ve biran önce barış yolları aranmasını, aksi halde bu yanlış taktiklerle vatanın elde kalan topraklarının da tehlikeye gireceğini açıklayan uyarısının da dikkate alınmadığını görünce istifa ederek İstanbul' a dönmüştür. Bu arada kendisini kabul eden Vahdettin "- Bana tavsiye ettiğiniz tedbirleri tatbik ediyorum. Memleketin size ihtiyacı var" demiş ve Yıldırım Orduları Grup Komutanlığına getirilen Liman Von Sanders Paşanın yerine atanmasını sağlamıştı. Dolayısıyla Mustafa Kemal vatan meseleleri konusundaki FİKİRLERİNİ padişahla paylaşabilmek hatta ona bunları uygulatabilmek için ilişkilerini koparmamaya ve olabildiğince iyi tutmaya çalışmıştır.
Şunu da asla unutmamak gerekir ki; o günlerde memleket binbir olayın ve felaketin içinde takip etmesi gereken yolun hangisi olması gerektiği konusunda büyük bir şaşkınlık içindeydi. Daha sonra olupbitenlere baktığımızda ise memleketin dört bir yandan kuşatıldığı, isgal edildiği ve ümitsizliklere boğulduğunu görüyoruz. Bağımsız bir Türk Devletinin olabilirliğini imkansı olarak görenler büyük çoğunlukta, halk ise bitkin, yılgın ve çaresizlikler içindeydi.
Dolayısıyla Atatürk, askerlik mesleğinden kovulmasına ve Damat Ferit Hükümetinin Erzurum ve Sivas Kongrelerinin bildirilerinin Telgrafhanelerden duyurulmasını yasaklamasına kadar Padişah ve İstanbul ile ipleri koparmamaya çalışmış fakat bu olaylardan sonra ise kaçınılmaz olan gerçekleşmiş ve Bağımsızlık ateşinin yakılmasında İstanbul devre dışı kalmıştır...
8 Temmuz 2009 Çarşamba
6 Temmuz 2009 Pazartesi
ATATÜRK' ÜN GÖZLEMLERİNDEN NASIL FAYDALANDIĞINA BİR ÖRNEK
5 Temmuz 2009 Pazar
ADD' NİN 4 TEMMUZ'UN YILDÖNÜMÜNDE YAPTIĞI BASIN AÇIKLAMASI
Emperyalist güçler, 4 Temmuz 2003 tarihinde Orta Doğu’da haritaların yeniden çizildiği bir dönemde, bir yandan “küreselleşme” ve “yenidünya düzeni” çığlıkları atarken, diğer yandan Orta Doğu’da masum insanların ölülerinin üstünde oynadıkları oyunlara ve bu bölgedeki paylaşıma karşı duran güçlere gözdağı vermekten de geri kalmamışlardır.
Bizler, Atatürk’ün “Yurtta Barış Dünyada Barış” ülküsünü, Cumhuriyetimizin temel ilkelerinden bildik. Dün, Orta Doğu’da petrol ve kan üstüne kurulu hayallerini yaşama geçirmek için savaş çığlıkları atan “ABD’nin bu yöndeki planının içerisinde yer almayacağız, biz çocuklarımızın emperyalist güçlerin kalkanı olmasına izin vermeyeceğiz” dedik.
Emperyalist güçlerin teskerelerine “hayır” dedik. Bizim bu onurlu duruşumuza karşılık, 4 Temmuz 2003 tarihinde Süleymaniye’de, bağımsızlığımızın bekçisi olan Atatürk’ün askerlerinin başına çuval geçirilerek Ulusumuza gözdağı verilmek istenmiştir.
Biz bu ülkenin çocukları olarak hepimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün askerleriyiz. Dün Süleymaniye’de başımıza çuval geçirenler, yurtsever aydınlarımızın, bilim insanlarımızın ve askerlerimizin başına çuval geçirmeye devam ediyorlar.
İnanıyoruz ki sonunda galip gelen gene biz olacağız. Yüreğimizde yaşattığımız yurt sevgisi ve Atatürk ilke ve devrimlerine bağlılıktaki kararlığımız, başlıca güvencemizdir. Tüm Atatürkçülerin, ulusal onurumuzun korunmasındaki ve bağımsızlığımızın savunulmasındaki kararlılıklarını asla elden bırakmayacaklarına yürekten inanmaktayız.
MUSTAFA KEMAL VE İTTİHAD ve TERAKKİ
Bunun nedenlerine baktığımızda öncelikle bu hareket onun kafasındaki hedeflere uygun değildi. Daha çok genç subaylar toplluğu olan bu hareket bir ihtilal için şart olmasıyla birlikte sonrası için umut vermiyordu. Nitekim 1908' de İkinci Meşrutiyeti ilan ettiren İttihad ve Terakki 1917'lere kadar kendisini iktidara layık görememiştir. Mustafa Kemal' in hayatının sonuna kadar koruduğu bir prensip olan " yeni devirlerin yeni insanlarca tatbik edileceği " inancı İttihad ve Terakki ile çakışmıyordu.
İttihad ve Terakki' nin 3 ayrı yolu vardı;
1- İttihad-ı Anasır (o BAbil Kulesi' ne benzeyen ırklar-diller-renkler karmasının aynı gaye-ülkü-ideal çevresinde halkalanması)
2- İttihad-ı İslam (Osmanlı Hakanı aynı zamanda İslam Halifesi, yani Peygamberimizin (S.A.V.) vekili de olduğu için dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın tüm müslümanların Osmanlı Devleti etrafında kenetlenmiş olması)
3- Ülkenin asıl sahibi ve devletin varlığı için kan döken ( çünkü askerlik görevi salt Türklerindi ) Türklüğü bir amaç ve harekette toplamış olan Pan-Türkizm, Türk birliği...
Atatürk bu yolların ilk ikisine kesinlikle inanmıyordu. Çünkü iki yolu da yakından tanımıştı, 1907 Misak-ı Milli' sini de bu inanç içinde hazırlamıştı.
Dini-dili-ırkı farlı olan ve asıl kalabalığı oluşturan Rumlar, Ermeniler ve Musevilerin merkezi devlet etrafında birleşmesi ise asıl tehlikeyi oluşturuyordu. Bunlar askerlik yapmıyorlar ve savaşlarda şehit düşen Türklere göre sürekli çoğalıyorlar, ekonomik olarak zenginleşip tüm pazarları ellerinde tutuyorlardı, bu durumda neden Türk' ün çevresinde birleşsinlerdi.
Bütün bu gerçekler ışığında Mustafa Kemal ve onun gibi düşünen arkadaşları (Ali Fuad, Kazım Karabekir, Ali Fethi, Rauf Orbay, Dr. Teyfik Rüştü vs...) İttihad ve Terakkinin 2. kongresinde buna uygun bir programla çıktılar ve herşeyden önce ordunun siyasete karışmamasını istediler. Bu durumda da İttihad ve Terakki ile yolları ayrılmış oldu. Daha sonra yaşanacaklar Mustafa Kemal ve arkadaşlarının ne kadar haklı olduklarını gösterecek ve yeni devlet çalışmaları ağır kayıpların ardından başlayabilecekti...
4 Temmuz 2009 Cumartesi
CUMHURİYETİN İLK YILLARINDA YÖNETİM
Kurtuluş savaşı günlerinde bile önerilen siyasal, sosyal, ekonomik veya kültürel niteliklerdeki her yeni çözüm veya tedbirin Türk toplumuna neler getirip neler götüreceği somut olarak ele alınıp tartışma konusu yapılmış, akılcı bir yargı ile sonuca ulasılmıştır. Yoksa bazı sihirli kelimeler ortaya atılır ve bu öneriler kolayca mahkum edilebilirdi.
İşte bu yüzde Kemalizme ve ülkenin TAM BAĞIMSIZLIĞINA inanan insanlar Türkiye Cumhuriyeti' nin "laik hukuk" ve "laik eğitim" temelinden asla saptırılmaması gerektiğine, bundan 14 yy önceki koşullara göre hazırlanmış şeriat yasaları ile ülkenin tüm varlığını hatta bağımsızlığını kaybedeceğine, bunun bir ÖLÜM-KALIM savaşı olduğuna inanmaktadır. Burada atlanmaması gereken bir diğer konu da şeriat devletine doğru giden yolda bir öncü savaş olarak ortaya atılan ve AKP hükümeti tarafından da sürekli kaşınan sözde türban sorunudur.
Türban konusu Anayasa Mahkemesi' nden dönmeseydi, binlerce öğrencinin özgürlüklerinin tehdit edilmesi bakımından büyük bir tehlikeye neden olacaktı. Bazı yobazların inanç hatta namus korumak gerekçesiyle yapabilecekleri düşünüldüğünde, türbanlı-türbansız bölünmesiyle, türbansız kızlarımızın üzerindeki baskı ve şiddeti düşünmek bile korkunçtur.
Cumhuriyetimizin KEMALİZM ile yönetildiği yıllara baktığımızda göremeyeceğimiz, fakat bugün her an maruz kaldığımız çok sakıncalı ve tehlikeli bir hile isefobiler ve tabular yaratmaktır. Bu taktik vatandaşlarımızın çoğunun yararına olan bir program, parti ya da düşüncenin daha yeni gündeme gelmesiyle birlikte gözden düşürülmesini, karalanmasını sağlar. Bu sayede toplumun sorunlarından, düzen bozukluklarından, bunların çözülmesi için yapılması gereken ciddi ve köklü reformlardan, değişimlerden bahsedilmez, öneriler ileri sürülemez.
İşte az gelişmiş bir ülke olan Türkiye' mizde, birçok siyasal kavramın ne anlama geldiğini geniş halk kitlelerinin bilmemesi, bilecek olanaklara sahip olmaması, beyin yıkama araçlarının da inanılmayacak bir tek taraflılık ve düzenbazlıkla kafaları zehirlemesi sonucu, bu mekanizma gayet iyi işlemektedir. Genel oy hakkının reformcu ve düzen değiştirici bir iktidara ulaştırmamasını, seçim sisteminin sürekli geriye işleyen bir makina olarak bir avuç sömürücüye hizmet etmesini garanti altına almak için bu hileye başvurmak bir gelenek haline gelmiştir. Uzun süre boyunca bu mekanizma "kafirlik, zındıklık, komünistlik, solculuk" iken, günümüze baktığımızda ise "ERGENEKONCULUK, DARBECİLİK, DEMOKRASİ KARŞITLIĞI" gibi kelimelerdir.
Bu hileden, önyargılarımızdan kurtulup bilinçlenmedikçe Türk toplumunun ilerlemesi, gerikalmışlıktan kurtulması, mutlu ve huzurlu yarınlara ulaşması olanaksızdır.
ATATÜRKÜN ETNİK KİMLİĞİ ÜZERİNE GERÇEKLER...
Atatürk Baba/Ana soyu olarak Evlad-ı Fatihan' dır. Evlad-ı Fatihan Osmanlı' nın yayılma-genişleme devrinde, fethedilen ve vatanlaştırılan yerlere iskan edilen YEDİ GÖBEK TÜRK' lere verilen addır. Ali Rıza Efendinin dedeleri önce Vidin, daha sonra Serez' e gelmişler, Nizam-ı Cedid yıllarında başlayan ve 1827 Osmanlı-Rus Harbi yenilgisiyle çevreyi kapsıyan Bulgar-Yunan-Sırp eşkiyalık taşkınlığı önünde Selanik' eyerleşmişlerdi. Zübeyde Hanımın ataları ise Konya yörüklerinden seçilen Evlad-ı Fatihan soyuydu ve kendilerine Konyarlar deniliyordu.
1839 doğumlu Ali Rıza Bey, 1857 doğumlu Zübeyde Hanımla 1871 yılında evlenmiştir. Altı çocukları olmuştur. Bunlar sırasıyla; Fatma (1872-1875), Ahmet (1874-1883), Ömer (1875-1883), Mustafa ( Kemal Atatürk 1881-1938), Makbule Boysan Atadan (1885-1956), Naciye (1889-1901)' dir. Kardeşlerinden Fatma 4, Ahmet 9, Ömer 8 yaşlarında, o dönem Rumelisinde salgın olan kuşpalazı (difteri) hastalığından ölmüş, en küçükleri Naciye ise 12 yaşında hayata gözlerini kapamıştır.
Mustafa Kemal' in anne tarafından dedesi Sofu zade Feyzullah Efendi' dir. Selanik' e 1 saat mesafede olan Langaza'da çiftlik sabibiydi, bu çiftlik Atatürk' ün çocukluk anılarında tatillerde tarlalarda karga kovaladığından bahsettiği çiftliktir.
Atatürk'ün en uzun ömürlü kardeşi Makbule Atadan' ın, Yeni İstanbul gazetesinde, 1 kasım 1952- 22 Mart 1953 tarihleri arasında, "BÜYÜK KARDEŞİM ATATÜRK" başlığı altında yayınlanan anılarında şöyle demektedir; "Annemden sık sık şunları dinlemişimdir; bizim esas soyumuz YÖRÜK' tür. Buralara Konya-Karaman çevrelerinden gelmişiz. Yörük ne demektir diye sorduğumda ise bana YÜRÜYEN TÜRK demektir cevabını vermişti."