29 Ekim 2009 Perşembe

TARİHTE HANGİ ORDU TEK BİR KURŞUN ATILMADAN BU KADAR YIPRANDI?

Akşam yazarı Serdar Akinan, ‘İrticayla Mücadele Eylem Planı’ belgesinin ıslak imzalı halinin ortaya çıktığı ve Genelkurmay’da görevli bir subayın ‘ihbar’ mektubu iddialarıyla ilgili bir yazı kaleme aldı.

Akinan yazısında, son yıllarda Cumhuriyet’e ve TSK’ya yapılan saldırıları da esas aldı ve ‘Bu plan tutmaz’ dedi.

İşte Serdar Akinan’ın “Amacınız Ne?” başlıklı yazısı:

“Kirinden kararmış bir tuhaf resim ortada...

Türkiye'de derin ve kalıcı ayrışmalara yol açan; bizi inşa eden tüm kavramları eğip büken, temel kurumları açıkça yıpratan bir kollektif var.

Bu kolektifin kendi içinde ve dışında ittifakları var: Son derece kirli ve karanlık olduklarını düşünüyorum.

Cumhuriyet'i iptal ediyorlar.

Amerikan planları hiç bu kadar konuşulur hale gelmemişti.

Halkımız öfke ve şaşkınlık içinde.

Belli çevreler bin yıllık ayarlarımızla şuursuzca oynuyorlar.

Aynı yerde hizalanma kaygısıyla 'Allah'a küfür edildiğinde' susan 'omurgalı' muhafazakar aydınlarımız bir köşede...

Komplekslerini aşmak için bu topraklarda bizi bir arada tutan tüm değer ve kurumlara küfür etmeyi 'kimlik inşası' sayan 'liberal faşistler'i bir diğer köşede.

Bu ittifakın başından beri bir numaralı hedefi neresi oldu?

Türk Silahlı Kuvvetleri...

Türk Silahlı Kuvvetleri'ne bakalım.

Tarihte hangi ordu tek bir kurşun atılmadan bu kadar yıpranmıştır?

Yakın tarihimizdeki sicillerine bakalım.

28 Şubat... E-Muhtıra... Şimdi 'kağıt parçası'...

Ne amaçlandığına değil sonuçlarına bakalım.

Her biri milattır ve dövünülen ne varsa temel gerekçesidir.

Gerçeği, sadece gerçeği konuşmalıyız.

Halkımız insanlığına ve hukuka; 'devlet' fikrine ne pahasına olursa olsun sahip çıkacaktır. Biliyoruz...

Yeri gelmişken, safımı ilan edeyim.

Ergenekon'dan sonra böylesi bir eylem planını ancak geri zekalılar hazırlar.

İhbarcı subayın (ki bir başka gerilim anında-aaa kuşa bakın-demek için onun da kimliğiyle ortaya çıkacağına eminim) hazırladığı ve postaya verdiği öne sürülen metnin; sunum, muhteva ve zamanlama açısından mükemmel bir mühendislik çalışması olduğuna inanıyorum.

Yalnız bu mükemmel kurguyu yapan ve ellerini çırparak ortada dolaşanlara bir çift lafım var.

Devrim mi istiyorsunuz? Olduğunu ve veya olacağını... Öncelikle 'beceriksiz ve faşist' ordunun ortadan kalkacağını,'Batı' normlarında bir demokrasinin kurulacağını bunun da hazirun tarafından yapılacağını mı düşünüyorsunuz?

Bu cumhuriyeti mi yıkacaksınız?

'2.Cumhuriyet kuruldu' naraları mı atıyorsunuz?

Sersemler!...

Devrim ya vardır ya yoktur.

'Devrimsi' devrimlerle ne olur?

Uzağa gitmeyin. Rusya’da Yeltsin dönemini hatırlayın.

Doğu Bloku ülkelerine bakın...

Ne oldu?

O 'devrimsi'lerden ne çıktı?

Çok daha milliyetçi, çok daha otoriter yapılar.

28 Şubat'tan sonra olan biteni sessiz ve yavaş bir devrim olarak okuyanlar...

Türkiye'nin giderek demokratikleştiğini savunuyorsunuz.

Hayır, bu ülke fazlasıyla otoriter bir yapıya evrildi.

Bu plan tutmaz. Tutmayacağına eminim.”

CUMHURİYET’İN TEMELİNDEKİ İKİ SORUNUN CEVABI

Bugün…

Biz, bu ülkenin yurtseverleri bugün Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıldönümünü, en büyük bayramımızı buruk kutluyoruz. Türkiye siyasal dinamikleri ve iç dinamikleriyle kuşatılmış bir görüntü sergiliyor. Ülkenin siyasal dinamikleri; cumhurbaşkanlığı makamı, yasama ve yürütme erkleri laik cumhuriyeti savunmak konusunda hiç güven vermiyorlar. Toplum giderek ulus kimliğinden uzaklaştırılarak ümmetleşmeye sürükleniyor, alabildiğine dinselleştiriliyor, muhafazakârlaştırılıyor. Aklın, bilginin yerini hurafeler alıyor, kahve ağzı söylemler ve eğitimsiz kadınların kabul günü üslupları yaygınlaşıyor. İnsan kumaşı çürüdükçe çürüyor.

İç dinamikler de olumlu sinyaller vermiyor. Ordu, yargı, üniversiteler ve aydınlar -genel anlamda- pek de iyi bir sınavdan geçmiyorlar.…Ordunun yüksek komuta konseyi, bu Hükümet’le son derece olumlu ilişkiler içinde bulunuyor. Ancak unutmamak gerekir, yüksek komuta kademeleri bütün bir Türk ordusu demek değildir… Üniversitelerde; YÖK yönetimi, Üniversitelerarası Kurul ve Rektörlükler muhafazakâr kadrolarca dolduruluyor. Burada da aynı şeyi yinelemek gerekiyor. Bunlar da üniversitelerin bütünü anlamına gelmiyor… Yüksek yargı organlarının da durumu pek parlak sayılmaz. Laiklik karşıtı eylemlerin odağı durumuna geldiğini onayladıkları bir siyasal partiye yalnızca para cezası vermekle yetiniyorlar. Ne var ki bu kurumlar da Türkiye’nin bütün hukukçularını temsil etmiyorlar… İç dinamiklerin bir başka çok önemli bölümünü oluşturan, ‘demokratik Türkiye aydını’nın durumu ise tek kelimeyle, ‘felaket’. Molla demokratlara yanaşıp ikbal bekliyorlar, AB fonlarından nemalanıyorlar, sermayenin kucağından kalkmıyorlar, Batılı efendilerin ve feodalitenin hizmetkârlığını yapan eli kanlı terör örgütüne kol kanat geriyorlar, ondan sonra da ilerici, hatta bir bölümü ‘solcu’ olduklarını iddia edebiliyorlar. Ne var ki ülke aydını da bunlarla sınırlı değil; bu ülkeyi, ülke bütünlüğünü, ulus kimliğini, laik cumhuriyeti savunabilmek için ağır bedeller ödeyen gerçek aydınların –henüz- tükenmediği açıkça görülüyor.

Ayrıca ülkenin öylesine güçlü bir potansiyeli, tarihsel birikiminden kaynaklanan öyle bir direniş bilinci var ki -her şeye karşın- kendini savunabiliyor. On yıllardır dış dinamiklerin desteğiyle mücadele sürdüren ayrılıkçı hareket, ABD’nin güç yitirme süreciyle birlikte tasfiye dönemini yaşıyor. Dün okyanus ötesi efendinin talimatıyla dağa çıkanlar, yine onun buyruğuyla düze inmeye hazırlanıyorlar ve Türkiye karşısında eğiliyorlar… Yani bütün olumsuzluklara karşın, yaşanan dönemsel gerçek/konjonktür Türkiye’ye çok önemli olanaklar sunuyor, sorunların çözüm önerilerini kendi bünyesinde barındırıyor.

Bu koşullarda kutladığımız en büyük bayramımıza ilişkin iki önemli konuyu bugün tartışmakta yarar var. Bunlar iki soru aslında. Soruların ilki, ‘Atatürk neden demokratik cumhuriyeti kurmadı?’ Bu soruyu daha çok Türkiye liberalleri soruyor… İkincisi ise ‘O dönemde niçin sosyalizme geçilmedi?’ Bu soru da zaman zaman soruluyor.

Dünyanın en demokratik ülkesi: Türkiye Cumhuriyeti

İlk sorunun tek cümleyle yanıtı şu: 1920’lerin ve 1930’ların Türkiyesi dünyanın en demokratik cumhuriyetiydi. Aksini kimse aklının köşesinden bile geçirmemelidir. Daha önceki yazılarımdaki bilgileri ve düşüncelerimin bir bölümünü burada -zorunlu olarak- yinelemek durumundayım. Bir cumhuriyet öncelikle bölünmez bir vatan üzerinde ve ümmet düzeyini aşmış, ulus aşamasına ulaşmış bir toplum tarafından oluşturulur. Burada bölünmez bir vatan dendiğinde, önemli bir tartışma konusuna değinmek gerekiyor. Kemal Paşa, Kurtuluş Savaşı döneminde Kürt etnik topluluğunun da mücadelede yerini alması için, ortak bir devlet yapısından, federasyon düşüncesinden söz etmiştir, bu doğru. Ne var ki devletin kurulmasının, cumhuriyetin ilanından bir süre sonra, 1925’te İngiliz kışkırtmasıyla şeriatçı-ayrılıkçı ortaklığı çok büyük çaplı. Şeyh Sait isyanı yaşanmıştı. Lozan Görüşmeleri’nin ilk bölümü Musul’un hangi ülke sınırları içinde kalacağı konusu aydınlığa kavuşmadığı için yarıda kalmıştı. Musul’un Misak-ı Milli sınırları içinde olmasına karşın, çok genç cumhuriyetin bu sorunu çözümleyememesi nedensiz değildi. Koskoca bir dünya savaşının iki temel nedeni vardı. İlki emperyalistler arasındaki pazar paylaşım kavgası, diğeri ise Osmanlı’nın petrol bölgelerinin ele geçirilmesiydi. Türkiye o dönemde herhangi bir biçimde güneye bir askeri harekât düzenleseydi, bütün Batılı galip devletleri karşısında bulacaktı. Tarihimiz cumhuriyetin başlangıç döneminde tam yirmi sekiz irili ufaklı Kürt başkaldırısına tanık olmuştu. Bunların büyük çogunluğunda emperyalizmin parmağı vardı. Aslında Türkiye’ye yollanan ileti açıktı. “Siz Kerkük-Musul’da haklarınızı aramaya kalkışırsanız, Sivas’ın doğusu tehlikeye girer” denmekteydi. Hiçbir devlet ve ulus parçalanmak için inşa edilemezdi. Bölge insanları bu süreçte -ne yazık ki- kötü bir sınav vermiş, pek çok kez emperyalizmin oyununa gelmişlerdi. Esasen Güneydoğu feodal yapısı ve dış dinamiklerin kirli emelleri nedeniyle çok kritik bir coğrafyaydı ve emperyalizmin hedef tahtasındaydı. Durum böyleyken federatif ya da konfederatif bir yönetim biçimi parçalanmayı kaçınılmaz hâle getirebilirdi. Örneğin II.Dünya Savaşı sonrası onurlu bir anti-faşist direniş sonucu kurulan Yugoslavya, zorunlu nedenlerden dolayı federal bir cumhuriyet olarak inşa edilmişti. Atatürk gibi bir başka büyük önder olan Tito’nun yönetiminde ve sosyalizmin barışçı şemsiyesi altında kırk beş yılı aşkın bir süre barış ve esenlik içinde yaşayan bu güzel ülke, Berlin Duvarı’nın yıkılışı sonrasında bütünlüğünü koruyamamış, emperyalizmin karanlık tezgâhlarıyla parçalanıp yitmişti. Oysa Türkiye, kararlı olduğu dönemde, 1991-1999 yılları arasında ayrılıkçı hareketi hemen hemen sonlandırmıştı. Sonra tekrar yapay biçimde yükselen ayrılıkçı terör hareketi, -yukarıda belirttiğin üzere- yeniden bitme noktasına hızla ilerliyor. Özetlemek gerekirse, üniter yapısı -bir anlamda- Türkiye’nin emniyet subapı olmuştu.

Ulusun inşası konusunda cumhuriyet yönetimin tavrı son derece açıktır. Fransız sosyologu Renan’dan esinlenen Atatürk’ün ulus anlayışı, döneminin en uygar ve en insancıl ulus anlayışıdır. Yurt ve kültür temelli bir anlayıştır bu. Yaratılmaya çalışılan, hem Asya’dan gelen Türk kimliğini ve kültürünü sahiplenen hem de Anadolu’nun geçmiş bütün kültür ve uygarlıklarını kucaklayan bir ulus ve ulusalcılıktır. Bunun böyle olması son derece doğaldır. Dönemin Türkiyesi ‘Yurtta barış, dünyada barış’ ilkesini benimseyen, benimsemek zorunda olan bir ülkedir. Güvenliğini sağlayabilmek için barışa ihtiyacı vardır. Gerçek yüzünü çok iyi tanıdığı Batı emperyalizmine direnebilmek için 1934’te Yunanistan ve Yugoslavya ile Balkan Antantı’nı; 1937‘de ise İran, Irak ve Afganistan’la Sadabat Paktı’nı kurmuştur. Sosyalist Sovyetler Birliği, yine Batı’ya karşı en güvenilir müttefiki durumundadır o yıllarda. Öznel koşulları ve genel politikaları bu olan bir ülkenin ulus anlayışı da insan sevgisine dayalı olacaktı elbette. Aynı dönemde ileri teknoloji ürünü endüstriyel üretimlerine hammadde deposu ve pazar bulamayan, bu nedenle çok büyük bir ekonomik tıkanmayı yaşayan Almanya ve İtalya, bu bunalımlarını aşabilmek için bütün dünyaya saldırma hazırlıkları içindeydiler. Ulus birliklerini İngiliz, Fransızlardan sonra kurup, emperyal yarışta geri kalmalarının bedelini bütün dünyaya ödetmek konusunda kesin kararlıydılar. Dolayısıyla saldırgan ekonomik talepleri, ulus anlayışlarını belirlemekteydi. Chamberlain ve Gobineau’nun köken temelli ırkçı milliyetçiliğini benimsemişlerdi. Kendi ırkları en üstün insanlardan oluşuyordu, ‘ötekiler’ ise ezilmesi gereken ikinci-üçüncü sınıf insan topluluklarıydı. İşte 1920 ve 1930’ların Türkiyesi ile faşist İtalya’nın ve Nazi Almanyası’nın ulus anlayışları buydu. Uygar ve muhafazakâr-liberal İngiltere ve Fransa ise İspanya iç savaşında dünyanın en önde gelen canilerinden faşist Franko’yu ve kralcıları desteklerken, cumhuriyetçilerin ve sosyalistlerin katledilmelerine katkı sağlıyorlardı. Aynı marifetlerini Portekiz’de de göstermiş, su katılmamış bir faşist olan Salazar’a destek vermekten geri durmamışlardı. Onların ulus ve demokrasi anlayışları da buydu işte. Almanya ve İtalya ile İngiltere ve Fransa arasındaki fark, pazar sahibi olup olmamaktan ibaretti. Yani -aslında- kapitalizm ile faşizm arasındaki ayrım çizgisi, tarihin kavşak noktalarında kıl kadar incelebiliyordu. Zaten İngiltere Başbakanı Churchill, İtalya’nın yaşadığı ekonomik sıkıntıyı İngiltere’nin de hissetmesi durumunda aynı gelişmelerin ülkesinde de gerçekleşebileceğini dile getirmişti.

Cumhuriyet yönetimi cumhuriyet değerlerini harekete geçirebilmek için çok zorlu bir mücadele vermişti. Ahmet Taner Kışlalı’nın tanımlamasıyla CHP’nin altı okunun üçü Fransız Devrimi’nin kazanımlarını simgelemektedir. Bunlar cumhuriyetçilik, laiklik ve yayılmacı amaçlar taşımayan bir milliyetçiliktir… Cumhuriyet oku –gerçekte- devrimin bütün ilkelerini sahiplenmektedir. İnanç temeline dayalı, dinsel bir tarım toplumunda bir monarkın kulu olan insan yığınlarından, Cumhuriyet Aydınlanması değerlerini benimsemiş özgür ve onurlu yurttaşlara; düşünen, sorgulayan birey insanlara ulaşmak temel amaçtı. Bu insan topluluğundan meydana gelen ulusun inşası cumhuriyetin en öncelikli beklentisiydi… Laiklik ise Batı’nın yüzyıllar süren zorlu ve kanlı mücadelesi sonunda Katolik Kilisesi’nden, feodal aristokratlardan ve sonra da saray aristokrasisinden söke söke aldığı bir haktı. Dinin bütünüyle siyasal alandan çekilmesi ve sosyal gelişmeyi engelleyen bir unsur olarak etkisizleştirilmesi anlamına gelen laiklik, Türkiye’de çeşitli yasaların çıkarılmasıyla hayata aktarılmıştır. Cumhuriyetin İlanı’ndan da önce 1922‘de saltanatın kaldırılması, 1924‘te hilafetin tasfiyesi ve Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun (Öğretim Birliği Yasası) çıkarılması, 1925‘te ise tekke ve zaviyelerin kapatılması bu yasal düzenlemelerin en önemlileridir. Şimdilerde, laiklikle sorunu olanlar, laikliğin din ve vicdan özgürlüğü olduğunu, Fransa’daki katı laiklik anlayışına karşı İngiltere’nin hoşgörülü sekülarizminin benimsenmesi gerektiği öne sürüyorlar. Kimse şunu aklından çıkarmamalıdır. İngitere’de de Fransa ve Kıta Avrupası’nda da teokratik devlet özlemi içinde bulunanların iktidara yürümeleri -asla- mümkün değildir. Herhangi bir kavramın ortaya çıkmasından önce o kavramı yaratan tarihsel sürecin bilinmesi gerekiyor. Avrupa tarihi birazcık dikkatle incelenirse laikliğin hangi çok zorlu ve kanlı süreçler sonrasında ortaya çıktığı görülür. Bugünkü hoşgörünün temelinde, sistemin -artık- olağanüstü güçlü, karşıtların ise çok zayıf olmaları yatmaktadır. Aslında Türkiye’de sorun, bunu savunanların bilgi eksikliğinden ziyade, gerçekleri kendi istedikleri yönde çarpıtmalarından çıkıyor… Türkiye’de ulusun ve ulusalcılığın oluşumunda yukarıda belirttiğim ilkeler temel alınmıştı. Bu arada gündeme yeniden taşınan bir tartışmaya değineceğim. Türklük ve Türkiyelilik kavramları üzerinde duruluyor şu sıralar. Atatürk’ün ulusalcılık anlayışında Türk adı bir etnik grubun adı olarak değil, pek çok etnik topluluğun yaşadığı bir ülkede bütün bu unsurları kucaklayacak bir üst kimliğin adı olarak değer kazanmıştı. Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti’nde bu ülkeye yurttaşlık bağı ile bağlanan herkesin Türk yurttaşı olduğu gerçeği kabullenilmişti. Bu arada etnik alt kimlikleriyle insanların kendilerini tanımlamarı –ayrılık istekleri gündeme gelmedikçe- pek fazla sorun yaratmamıştı. Bununla birlikte ülkede Türkçe konuşan çok büyük bir etnik topluluk da mevcuttu. Alt kimliklerin bu topluluğun adıyla değil de yaşadıkları coğrafyanın; Anadolu’nun ya da Türkiye’nin adıyla anılmaları –aslında- çok da büyük sorunlar yaratmayabilirdi. Sorun Türkiye’nin Batı tarafından parçalanmak üzere -yadsınamayacak biçimde- hedef tahtasına yatırılmasının iyice afişe olmasından kaynaklanmaktaydı. Asla şoven ve emperyal amaçlar taşımayan bir yurt sevgisine sahip olan herkesin büyük tedirginlik duyduğu bir dönemde bu sorunun serinkanlılıkla tartışılması -hayli- güçtü. Hele bir Fransız’ın Fransa’ya, bir Alman’ın Almanya’ya, İngiliz’in İngiltere’ye bağlı olduğu kadar kendi ülkesine bağlı, ülke bütünlüğüne saygılı insanların acımasızca şoven, hatta faşist olarak tanımlanabildikleri bir ortamda bu tartışmayı sürdürmek -neredeyse-olanaksızdı. Ancak sorun bir adlandırma sorununa indirgenecek kadar basit de değildi. Ulusu parçalayıp, ümmet düzeyine indirebilmek için elinden geleni yapanların giderek güçlendiği bir ülkede yurtseverlerin duyarlıklarının da anlayışla karşılanması gerekiyor aslında… Son olarak yerel -etnik- cemaat hukuku anlayışlarına karşı evrensel ve uygar bir hukuk düzeni ile o hukukun yasama ve yürütmenin üzerinde olması, yani hukukun üstünlüğü ilkesi de bir başka temel cumhuriyet değeriydi.

Geçen yazılarımda da belirttiğim üzere, bunlar cumhuriyetin altyapısını oluşturmaktadır. Bu değerlerin herhangi biriyle kavgalı olan insanın demokrat olması -esasen- mümkün değildir. O nedenle cumhuriyet değerlerinin tam anlamıyla kök salmadığı, bunun yanı sıra ekonomik gelişmenin sağlanmadığı bir ülkede demokrasinin ve onun ülküleri olan eşitlik, özgürlük, kardeşliğin tesisi mümkün değildir. Cumhuriyet yöneticileri cumhuriyet değerlerini gergef gergef işlerlerken aynı zamanda demokrasinin alt yapısını hazırlamaktaydılar. Bu arada -her şeye karşın- 1925 ve 1930‘da iki kez çok partili düzene geçiş deneyleri yaşanmış, ancak her ikisinde de şeriatçıların bu partileri ele geçirmeye başlaması üzerine, bu tasarım ertelenmek zorunda kalmıştı. Çünkü demokrasinin olanaklarından yararlanarak cumhuriyeti yıkmak isteyenlere izin verilemez.

Israrla ve altını çizerek bir kez daha belirtiyorum, o yılların Türkiyesi dünyanın en demokratik ülkesi, inşa etmekte olduğu ulusu ise en insancıl ve en çağdaş ulusuydu. Bunu kanıtlayan bir de örnek vermek istiyorum. Almanya’da Yahudi soykırımı başladığında ülkeyi terk eden Yahudi bilim insanlarının büyük çoğunluğu Amerika’ya giderlerken, 190 tanesi de -bir başka ülkeye değil- Türkiye’ye gelmiş, uzun yıllar üniversitelerimizde değerli hizmetler vermişlerdi.

Sosyalizm ve Türkiye

Yine Ahmet Taner Kışlalı’ya göre CHP’nin diğer üç oku ise Sovyetler birliği Ekim Devrimi’nin izlerini taşımaktadır. Bunlar devrimcilik, halkçılık ve devletçiliktir. Atatürk Dönemi’ni en genel biçimiyle iki başlık hâlinde değerlendirebiliriz. 1923’teki I.İzmir İktisat Kongresi’nden 1930’daki II.İzmir İktisat Kongresi’ne kadar uzanan zaman dilimi -genel anlamda- Atatürk’ün liberal düşüncelerinin uygulama dönemidir. Bu zaman diliminde Batı tipi bir burjuvazi yaratılarak, onun atılımcı ve yaratıcı karakterinden yararlanmak amaçlanmıştır. Ancak daha başlangıçtan, XIX. yüzyılın ortalarından itibaren komprador özellikler taşıyan, cılız Türkiye ticaret burjuvazisi ile bu işlerin olmayacağı, kalkınmanın gerçekleşmeyeceği görülmüştür.

1929-1930 yılları Türkiye’de önemli bir dönüm noktasıdır. 1929 Dünya İktisadi Bunalımı, kapitalizm için tarihin en büyük yıkımı olmuş, dünya, insanlık tarihinin en kanlı hesaplaşması hazırlığına girişmiştir. Aynı yıl, Türkiye’nin Kurtuluş Savaşı’nın zor günlerinde İngilizlerle yapmak zorunda kaldığı gümrük duvarları indirimi anlaşmasının sona erdiği zaman dilimidir. Hem Batı’nın Türkiye’yle uğraşacak hâlinin kalmaması hem gümrük duvarlarının yükseltilmesi hem de geçen yedi-sekiz yıllık sürede belli bir sermaye birikiminin sağlanmış olması Türkiye’ye geniş olanaklar sunmuştur. Dönemin yöneticileri bir imparatorluğun çöküşü ve bir dünya savaşı ateşlerinde edindikleri bilgileriyle iki noktayı çok iyi öğrenmişlerdi. Birincisi ödeyemeyecekleri ölçüde borç ve kredi almayacaklardı, ikincisi sanayileşerek, yani fabrikayı kurarak kalkınacaklardı. 1930 II.İzmir İktisat Kongresi sonrası politikaları tipik bir üçüncü dünya solu politikalarıdır. Arka arkaya gübre, şeker, çimento, dokuma ve en önemlisi demir-çelik fabrikaları kurularak ileri teknoloji üretiminin bir adım ötesine yaklaşmışlardı. Burada Wallerstein, Balibar gibi Batılı siyasetbilimciler, Batı’nın Türkiye’nin ikincil endüstriler kurmasına kendisinin izin verdiğini, uluslararası ekonomik işbirliğinin bunu gerektirdiğini, her şeyin Batı’nın gözetiminde gerçekleştiğini öne sürüyor ve düpedüz yalan söylüyorlar. Yaptıkları bütün bu gelişmelerin kendi inisiyatifleri doğrultusunda gerçekleştiği yalanını söylemekten, -amiyane tabirle- kuyruğu dik tutmaya çalışmaktan başka bir şey değildir. Bu konuya daha sonra değiniriz… İşte bu koşullarda Atatürk’ün II.İzmir Kongresi sonrası Sovyetler Birliği'ni örnek alarak gerçekleştirdiği kamucu-devletçi kalkınma anlayışından yola çıkarak, neden sosyalizme geçilmediği sorusu yöneltiliyor.

Önce şunu belirtelim, ucuz hammadde deposu ve pazar konumundan kurtulmak amacıyla uygulanan politikalar -adı konmasa da- tipik sol politikalardır, ancak sosyalizme geçişin somut koşulları yoktur. Batı ülkelerindeki öncelikle, emek-sermaye çelişkisinin yerini çevre ülkelerde ‘zalim milletler-mazlum milletler’ çatışmasının aldığının farkına varmışlardır. Ama yeterli sanayileşme olmadığı için burjuvazinin de işçi sınıfının da bulunmadığı bir ülkede sosyalizm nasıl kurulacaktır?... Şimdi, ‘Dünyanın hangi gelişmiş endüstriyel toplumunda, somut koşulların olgunlaştığı yerde sosyalist devrim gerçekleşti ki?’ sorularını duyar gibi oluyorum… Son derece doğru, dünyanın bütün coğrafyalarında sosyalist devrimler az gelişmiş ülkelerde gerçekleşmişti. Ancak bütün bu ülkelerde dönemsel özel koşullar, yani konjonktür belirleyici olmuştu. 1920’lerin, 1930’ların dünyasında Türkiye’de iç ve dış koşullar böylesi bir devrim için hiç uygun değildi. Pek çok şeyi başarabilen genç cumhuriyet, en güçlü toplumsal katman olan feodaliteyi alt edememiş, toprak reformunu yaparak ayrılıkçı hareketin kökünü bile kazıyamamıştı. Ayrıca böyle bir devrim için dış destek kaçınılmaz biçimde gerekliydi ve o destek de yalnızca Sovyetler Birliği’nden gelebilirdi. Oysa Sovyetler Birliği o dönemde devasa sorunlarla boğuşmaktaydı. Sanayileşmenin ve kolektif üretime geçmenin çok büyük sıkıntılarını yaşamakta, aynı zamanda tek ülkede sosyalizmi sürdürebilmek gibi bir mucizeyi gerçekleştirmeye çabalamaktaydı.

Peki, bu olumsuz somut ve öznel koşulların dışında, Atatürk sosyalist miydi? Kendisinin hayatının önemli bir döneminde liberal düşüncelere sahip olduğunu biliyoruz. Kurtuluş Savaşı yıllarında ise Sovyetler Birliği ile dostluk ilişkilerinin geliştiği dönemde materyalist düşünceyi benimsediği de söylenebilir. Belirttiğim üzere, 1930 sonrası politikalarının tam anlamıyla 3. dünya solu uygulamaları olduğunu belirtmek gerekir. Ancak Atatürk’ün son gözlemde sosyalist olarak tanımlanması mümkün değildir. Kendisi XX. yüzyılın en büyük önderlerinden biridir ve -hiç kuşkusuz- en büyük ‘milli demokratik devrimci’dir.

Evet, bu iki önemli soruyu bu biçimde yanıtlamak mümkün… Her şeye karşın kutlu olsun en büyük bayramımız; hiç kimsenin kuşkusu olmasın cumhuriyet bayrağı yere düşmeyecektir.

Dr. Vakur Kayador

kaynak: Odatv

27 Ekim 2009 Salı

GEZMİŞ CHP' YE KATILDI...


68 kuşağının gençlik önderlerinden Deniz Gezmiş’in ağabeyi Bora Gezmiş, dün CHP'ye katıldı. CHP İstanbul İl Başkanı Gürsel Tekin, avukat ve yazar Eşber Yağmurdereli'nin de CHP’ye katılacağı yönündeki haberleri doğruladı.


Deniz Gezmiş’in ağabeyi Bora Gezmiş, dün CHP İstanbul İl Başkanlığı’nda üyelik formunu doldurarak CHP’ye üye oldu. Gezmiş’e, CHP Parti Meclisi üyesi Berhan Şimşek eşlik etti. Bora Gezmiş, Deniz Baykal’ın Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idam edilişlerinin 36. yıldönümü olan 6 Mayıs 2008’de yaptığı konuşmaya işaret ederek “Terör örgütü PKK’nin teslim olan üyelerinin Diyarbakır’da karşılanması sırasında yaşananlar bardağı taşıran son damla oldu. Sorumluluk almak, mücadele etmek gerekir. Anavatan Partisi’nde görev almama karşın sosyal demokrat çizgimizi kaybetmedik. Bugünler birlik beraberlik günleri. Bu gidişe ‘dur’ demek için beraber olmak gerekir” diye konuştu. Gezmiş’in üyeliğini, parti için onur verici bir katılım olarak değerlendiren CHP İstanbul İl Başkanı Tekin, CHP lideri Baykal’ın 6 Mayıs 2008 konuşmasını “tarihi bir konuşma” olarak değerlendirdi.

‘Oylar düştü, askıya aldı’

Şimşek, AKP’nin oy oranının demokratik açılım projesinin ve PKK’lilerin karşılanmasının ardından yüzde 16’ya düştüğüne, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın da anketlerdeki düşüşü görmesinin ardından süreci askıya almaya çalıştığını söyledi.

KAYNAK: CUMHURİYET

26 Ekim 2009 Pazartesi

"irticayla mücadele eylem planı" ONLARA GÖRE BİZ NE KADAR APTALIZ?


İrticayla Mücadele Planı adını taşıyan belgenin, Genelkurmay karargahında hazırlandığı iddia edildi. Sonrasında belgenin sahte olduğu ortaya çıktı. Aylarca ses çıkmadı. Ancak 4 gün önce Ergenekon savcılarına gönderilen ihbar mektubundan belgenin aslının ortaya çıktığı iddia edildi... İşte son 4 günde yaşananlar...
Taraf Gazetesi'nin ortaya attığı 'İrtica ile Mücadele Eylem Planı'nda son 4 günde neler yaşandı?
Belgenin aslının savcılığa ulaştırıldığına ilişkin haberler ilk olarak 23 Ekim'de TRT 2 ve CNN Türk'te yayımlandı. Gelişmeyi son dakika haberi olarak geçen bu kanallar, ihbar mektubundan da bahsettiler.

Hürriyet gazetesi haberi manşetten verdi. 24 Ekim tarihli gazete, belgedeki ıslak imzanın Albay Dursun Çiçek’in el ürünü olduğunu yazdı.

24 Ekim'deki gelişmeler bununla sınırlı kalmadı. Aslı bulunduğu iddia edilen belgeyle iligili Tayyip Erdoğan'dan da bir açıklama geldi. Erdoğan, "Adli tıp raporunun savcılığa ulaşmış olması lazım. Bunu savcı bey nasıl değerlendirecektir? Bu konuda benim söyleyeceğim herhangi bir şey yok." dedi.

Aynı gün saat 18.50'de bu sefer Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ bir açıklama yaptı. Başbuğ, "Benzerlerine sıklıkla rastlanan ihbar mektubu" ifadesini kullandı.

Albay Dursun Çiçek, 25 Ekim'de Habertürk'e konuştu. İddialara yanıt veren Albay Çiçek, “İftira ve komplolarına devam ediyorlar. İlgi ile izliyorum” dedi.

Gelinen noktada Taraf, Yeni Şafak, Bugün, Star ve Zaman gazeteleri, ihbar mektubunun içeriğini yayımladılar ve haberlerinin başlığında aynı vurguyu kullandılar. "Başbuğ'u biliyordu", "Belge ortaya çıkınca karargahtaki bilgisayarlar 35 defa silindi" şeklinde manşet haberlerine yer verdiler. İçeriğini yayımladıkları ihbar mektubunda Org. İlker Başbuğ, Orgeneral Hasan Iğsız ve E. Org. Ergun Saygun da hedef alınıyor. Mektupta, belgenin Orgeneral Hasan Iğsız'ın emriyle hazırlandığı ve plandan Genelkurmay Başkanı'nın haberdar olduğu iddia ediliyor. Sivil savcılığın olaya el koyması gündeme gelince 35 bilgisayarın silinerek savcılığa gönderildiğine işaret ediliyor.

Üzerinde “İrticayla Mücadele Eylem Planı” yazan kâğıdın ıslak imzalısının bulunduğu iddiaları üzerine gözler yeniden, belgenin altında kendi imzası olduğu iddia edilen Albay Dursun Çiçek’e çevrildi.

Deniz Piyade Kurmay Albay Dursun Çiçek, Gazete HaberTürk’e konuştu. Albay Çiçek gazeteye yaptığı kısa açıklamada, “Mahkeme süreci ve soruşturma devam ediyor. Ama, İftira ve komplolarına devam ediyorlar. İlgi ile izliyorum. Gerçek ortaya çıkacak” ifadelerini kullandı.

Peki bu belge eğer varsa neden saklandı, neden bugünlerde ortaya tekrar atıldı, acaba akp ye açılım tepkileri büyüdü ve oy oranları düştü diye mi gündem değiştirilmek istendi... Anavatanı ABD olan ıslak imza taklit makinalarının bazı istihbarat birimleri tarafından kendi amaçları doğrultusunda kullanıldığı gerçeği neden konuyla ilgili haberler içinde verilmiyor. Yoksa bu haberin ortaya çıkmasıyla biz haburda yaşanan terörist karşılama rezaletini, hukuksuzca kurulan seyyar mahkeme kepazeliğini unutacakmıyız. Bizi bu kadar aptal mı sanıyorlar...

İTİNA İLE 'ISLAK İMZA' ATILIR


Kamuoyunda ses getiren “ıslak imza” tartışmasını Odatv, 21 Temmuz 2009 tarihinde “Ergenekoncu Polisler Bu Makineyi Çok Sevecek” başlıklı haberiyle yayınlamıştı.

Haber kısaca şöyleydi:Taraf gazetesi, “AKP ve Gülen’i bitirme planı” manşetiyle çıkmıştı. Mehmet Baransu imzasıyla çıkan haber, bir “belge”ye, Genelkurmay Harekât Başkanlığı 3. Destek Şube Müdürlüğü’nde hazırlandığı ve Albay Dursun Çiçek’in imzaladığı ileri sürülen bir “belge”ye dayanıyordu. Söz konusu “belge”, “İrticayla Mücadele Eylem Planı” başlığını taşıyor ve bu “plan” ise AKP ve Fethullah Gülen cemaatini hedef alıyordu.”

Şimdi yeniden tartışma başladı. Kamuoyu bu olayı konuşuyor.

Konu aynı: “İrticayla Mücadele Eylem Planı” belgesinin ıslak imzalı örneği bulundu.

Odatv’de Emre Özsuda’nın 21 Temmuz 2009 tarihli haberine dönecek olursak; Islak imzayı taklit edebilecek makinenin bulunmuş olması…

Nasıl mı?

Anlatalım:

“Otomatik imza sistemi” olarak adlandırılan sistemle çalışan makine var. Arayanlar internet üzerinden bulabileceklerdir, ancak makinenin üretimini yapan firmanın tanıtımını yapmamak için ismini ve internet sayfasını vermemeyi tercih ediyoruz. Bu konuda cihaz ve teknoloji geliştiren ve kendisini “el yazısı otomasyonunda dünya lideri” olarak tanıtan bir firma var.

Firmanın internet sayfasındaki, sık sorulan sorular ve cevaplarına yer verilen bölümde, bir imza makinesinin ne olduğu soruluyor. Yanıt, bir imza makinesinin, bir şahsa ait el yazısını ve imzayı, yazışma, resim, tebrik kartı, kitap ve diploma gibi pek çok türden belgenin üzerine yerleştirebilen bir makine olduğudur. Tükenmez kalemden dolmakaleme pek çok türde özel kaleminin mevcut olduğuna dair duyuru, yine söz konusu firmanın internet sitesinde mevcut. Söz konusu internet sitesinde dikkat çeken bir nokta daha var: En iyi sonucun alınabilmesi için üç adet orijinal imzanın kendilerine yollanması tavsiye ediliyor. Bilgisayar ortamında kullanılabilecek bir “imza dosyası” için bu orijinal imzalar gerekli oluyor. Bu imzalar, bir orijinal resim dosyasıyla yollanabileceği gibi, faksla da yollanabiliyor. Resim dosyası olması hâlinde, tercihen siyah-beyaz ve resim çözünürlüğünün en az 300 dpi olması; faks olması hâlindeyse, faksın, faks makinesinin izin verdiği en yüksek çözünürlükle gönderilmesi isteniyor. Firma, ayrıca, makul bir ücretlendirme karşılığında, Word ve Wordperfect gibi bilgisayar ve ofis programlarında kullanılabilecek bir imza dosyasının oluşturulabileceğini ilân ediyor. Başka deyişle, üç adet imzasına sahip olduğunuz birinin imzasını, bilgisayar ve ofis programlarında bile kullanabiliyorsunuz. Bu sayede, “imzalı belgeler” basabiliyorsunuz.

Son olarak gözden kaçırılan noktayı, mevcut teknoloji ile imzalı ve orijinal bir belgenin üretilebileceği oluyor. Dolayısıyla, söz konusu “belge” olayında da, eldeki fotokopinin “aslının” incelenmesinden bile kesin bir sonuca varılamayabileceği ortaya çıkıyor.”

Bu açıdan günümüzde ıslak imza üretilmesine imkan sağlayan bu teknik nedeniyle belgenin ıslak imzalı örneğinin varlığı dahi sorunu tam olarak çözmeyebilir.

kaynak: odatv/ulusal kanal

HABERTÜRK'TE NELER OLUYOR

Ciner Medya Grubu'nda geçen hafta iki olay yaşandı:
Türkiye'nin yetiştirdiği en önemli İslam bilginlerinden Yaşar Nuri Öztürk, Habertürk TV'de Hülya Avşar'a "benim üzerimden AKP yağcılığı yapmayın" sözlerini ettiği için işinden oldu.
Aynı hafta, Habertürk Gazete'de yayımlanan Yağmur Atsız röportajı da Türkiye dergiciliğinin duayen isimlerinden Muhittin Sirer'i işinden etti. Ayrıca röportajı yapan muhabir Aycan Saroğlu da işten atıldı.
Sadece bu iki olay değil...
Bundan bir süre önce de, Habertürk Gazetesi'nin Ankara'daki AKP muhabiri Veli Toprak da, hükümet aleyhine bir haber yaptığı için işinden olmuştu. Kendisine sorulmadan, görüşü alınmadan muhabir Veli Toprak'ın işten atılması üzerine Ankara Temsilcisi Çiğdem Toker de istifasını vermişti.

Ciner Medya Grubu'nda yaptığı haber nedeniyle işten atılan gazeteci sayısı azımsanmayacak kadar çok.
Hem de öylesine komik gerekçelerle...
Örneğin...
Muhabir Aynur Erdem, "mesai saatleri içinde dışarıda çok dolaştığı" gerekçesiyle işten atıldı!
Sanmayınız ki hep siyasi haberler yüzünden gazeteciler kapı önüne konuluyor.
Spor Servisi Şefi Okan Karacan ve arkadaşları ise "patron katını" kızdırdıkları için işten çıkarıldılar.
Habertürk ekranının en başarılı ismi Saba Tümer, Star'da bir yarışma programında jüri üyeliği yaptığı için despotik tavırlarla karşılaşmış ve ayrılmak zorunda kalmıştı.

Örnek olayları uzatmaya gerek var mı?
Erdoğan Aktaş niye kaçıp Atv'ye sığındı sanıyorsunuz?
Ciner Medya Grubu'nda birileri gazetecileri, yazarları köle olarak mı görüyor?
Bu hoyrat, acımasız gücü bunlara kim veriyor?
Deniyor ya...
Medya el değiştiriyor.
Evet, medya el değiştiriyor; alın görün bakalım medya kimlerin eline geçiyor?
Utanılacak günlerden geçiyoruz...
Bir de ne diyorlar:
Bağımsız ve özgür habercilik yapıyorlarmış...
Breh... Breh... Breh...
Sizi o promosyonlar da kurtaramayacak. Yazın bunu bir yere...

kaynak: odatv

6 Ekim 2009 Salı

AKP MANEVİYATI VE SAİD-İ NURSİ...

Başbakan Erdoğan, AKP 3. Olağan Kongresi’nde AKP’nin manevi tavrını şu cümleler ile çizdi : ''Seversiniz sevmezseniz, beğenirsiniz beğenmezsiniz, görüşlerini kabul edersiniz etmezsiniz... Ama Ahmedi Hani'siz, Bitlisli Said-i Nursi'siz bir Türkiye'nin maneviyatı noksan kalır''


Peki RTE nin maneviyat kaynağı Said-i Nursi denilen şahısın MUSTAFA KEMAL ATATÜRK hakkında yaptığı yorumları, benzetmeleri kaç kişi biliyor dersiniz...


Oldukça kısa da olsa biraz Said-i Nursi' nin döktürdüklerine bakalım...
İslami literatürde “Deccal” en ağır hakaret sayılan ifadelerden biri. Deccal; yalan söyleyen, aldatan, karıştıran kişi anlamına gelir. İslami fikriyata göre Deccal’in ortaya çıkması kıyamet alametlerinden biri olarak da görülüyor.


Ben bir manevi alemde, İslam Deccalini gördüm. Yalnız bir tek gözünde teshirce bir manyetizma gözümle müşahade ettim ve onu bütün bir münkir bildim. İşte bu inkarı mutlaktan çıkan bir cüret ve cesaretle mukaddesata hücum eder.(...) Fakat kahraman ve mücahit ordunun ve dindar milletin ruhundaki nur–u iman ve Kur’an ışığıyla hakikat–i hal–i göreceği ve o kumandanın çok dehşetli tahribatını tamire çalışacağı rivayetlerden anlaşılıyor.” (Şualar458–459,Siracun Nur 247)

Saidi Nursi, başlangıçta şifreli olarak işaret ettiği Deccal’in kim olduğunu daha sonra şöyle anlatıyor:
“Ölmüş gitmiş dünyadan ve hükümetten alakası kesilmiş bir adam hakkında otuz sene evvel bir Hadis–i Şerif’in ihbariyle Kur’an’a zararlı bir adam çıkacak demiştim.Sonra Mustafa Kemal’in o adam olduğunu zaman gösterdi. (Emirdağ Lahikası I/278,Yirmiyedinci mektuptan Sabık Reis–i Cumhur’a ve üç makama gönderilen istida)

Saidi Nursi, Mustafa Kemal’e yönelik Deccal suçlamasında daha da ileri giderek şunları yazar:
“...Lozan Muahedesinde söz veren ve pek şiddetli ve dehşetli hücumlarına rağmen hiçbir hakiki Müslüman Türk’ü Protestan yapamayan ve Millet–i İslam için pek zararlı olduğunu ef’aliyle ispat eden ve Hadis– Şerif’in haber verdiği o müthiş şahıs kendisi olduğunu(yani Deccal, y.n) hayat ve mematiyle gösteren Mustafa Kemal’e bir mahrem eserde ‘din yıkıcı Süfyan’ dediğimizi (...)” (Emirdağ Lahikası I,50–51;Yirmiyedinci Mektuptan Mahkeme–i Kübra’ya Şekva ve Müdafaatın Bir Haşiyesi olan Parçanın Hülasasıdır, Ayrıca Müdafaalar, 226–227)


Mustafa Kemal Atatürkümüze deccal diyen bir zat AKP'nin milletimize biçtiği maneviyat kaynaklarından birini oluşturuyor...

1 Ekim 2009 Perşembe

HABERTÜRK’TE CHP’YE KARŞI “PSİKOLOJİK HARP

Habertürk televizyonunun uzun zamandır Başbakanı mutlu edecek haberler vermeye çalıştığı dikkatlerden kaçmıyor.

Bugün öğlen saatinde yaşanan örnek ise “Bu kadarı da fazla” dedirtti.

Habertürk’te öğle saatinde yayınlanan Haber Masası programı CHP İl Başkanı Gürsel Tekin’i konuk etti. Tekin, İstanbul’da 31 yurttaşın hayatın kaybettiği sel felaketiyle ilgili açıklamalarda bulundu, hükümeti eleştirdi.

Peki Tekin’in sözleri Habertürk ekranına yazılı olarak nasıl yansıdı?

Tekin, Habertürk ekranında kaldığı süre boyunca görüntüsünün altında şöyle yazıyordu:

“Son dakika

Sel felaketi tartışması

CHP İl Başkanı Gürsel Tekin eleştirileri yanıtlıyor.”

Eleştirileri yanıtlaması gereken acaba AKP Hükümeti miydi, yoksa 16 yıldır İstanbul’dan uzakta olan CHP mi?


KAYNAK: ODATV